Yörük Kültüründen Bir Demet

Bu Derginin Diğer Makaleleri

Arıkan,Çınar ; "Yörük Kültüründen Bir Demet"; İçel Kültürü; Ocak / 1987; Yıl: 1; Sayı: 1; Sayfa: 31

Son yüzyıllık dönemde, Türk Milleti; kendi kendinin amiri, kendi yurdunun efendisi olmaktan bir hayli uzaklaşmıştır. Buna, tarihi olayların yanı sıra bilim, teknik, ekonomik alanlardaki geri kalmışlığımız ve en önemlisi özden, millî kültür değerlerimizden kopuşumuz sebep olmuştur.

Türk Milletinin kendine has bir kültürü vardır. Bu kültür araştırılıp, çıkarılmadığı, unutulduğu ve yok olmaya mahkum edildiği için, bu millet çok şey kaybetmiştir. Bizi yaşatan, bize bizi anlatan kültür değerleri nerededir? Millî kültür kaynaklarımız nelerdir? Yıllardır içinde kıvrandığımız ekonomik bunalımların, kültürel yıkımların sonu nereye varacak? Biz bu seri röportajımızda bu soruların cevabını verecek değiliz, Ancak bizi yaşatan, bizim ayakta kalmamızı sağlayan, geleceğe aydınlık bir ufuk olarak bakmamızı sağlayacak milli kültürümüzden bir kaç demeti size sunmak istiyoruz. Gidip, araştırıp, gördüğümüz yerlerde bu millî kültür demetinin çok zayıflamış olduğunu görünce içimiz burkuldu, üzüldük.. Geçmişi bilmek, geçmişten ders almak çok önemli. "Ölüsünü bilmeyen, dirisini bilmez" dediler bize. Biz de onlara: "Geçmişini bilmeyen milletler, atisine emin adımlar atamaz" dedik..

Kültür konusunda, son yüz yıllık dönemde yabancılara bir esaret söz konusudur. Kendi kültürümüzden çağın gereklerine uygun kıymetler çıkaracağımız yerde; körü körüne yabancıların manevi köleleri haline gelmişiz. Bu manen kölelik "Allah korusun" sonuna maddi bir kölelik getirir. İşte bunun için fert fert kendimizi bilmeli ve millî şuurla kendi kültür değerlerimiz etrafında kenetlenmeliyiz. Bunun tek yolu ise eğitimdir. Türk Milletinin bütün fertleri, Türk Milletinin kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren yurttaşlar olarak yetiştirilmelidir. Zaten bu da Türk Millî Eğitiminin amaçlarından biridir.

Yukarıda kısa bir özetini yapmaya çalıştığımız konuların ışığında elimizde "Yasıca" marka fotoğraf makinamız, teypimizle Türkmenlerin, Yörüklerin yaşadığı Toros dağ köylerine doğru yola çıktık. Amacımız : Yörük dediğimiz bu insanların neler giydiğini, hangi el sanatlarını yaptıklarını, bu el sanatlarının yapımında neler kullandıklarını ve o bölgenin oyunlarını, türkülerini kaynaklarında görüp, tesbit etmekti.

Sizlere, bir gül bahçesini andıran Türk kültürünün büyüklüğü içinden bir demet gül sunacağız. Bu bir demet gülü sizler koklayacak ve kalbinizin derinliklerine kadar çekeceksiniz..


GÜNEY ŞERİDİ

Türkiye haritalarına baktığımız zaman, Toros dağlarının Irak sınırımızdan başlayıp ta Ege sahillerine kadar kıyıya paralel olarak uzandığını görürüz. İşte bu uzantılrm Akdeniz kıyı şeridi boyunca uzanan kısmı yer yer, paralelliğe dik dağlarla kesilmiş ve küçük koylar meydana gelmiştir. Bu koylar; Taşucu’ndan başlayıp, Anamur, Gazipaşa kıyı danteli boyunca devam eder.

Otobüsün ucu Pullu Tepe’sini döndüğü zaman, karşımızda; Güney Şerid’inde otuz bin nüfuslu Anamur ilçesi görünmekteydi. İçimizden "İşte geldik. Bizi görev bekliyor" dedik.

Yemyeşil bir ova, mümbit, verimli, senede üç mahsûlün yetiştirildiği., bir uçtan bir uca uzanan ova. Azıtepe’den başlayıp, Karga Gedik dağının diplerine kadar uzayan bir ova. Bu eşsiz ova iki tane çayla tam üç eşit parçaya ayrılmış. Dragonda çayı doğu kısımda Sultansuyu çayı da batı tarafında denize doğru akmakta.

Sultansuyu çayının hikayesini yaşlılardan sorduk: Onlar bize şöyle anlattılar :

"— Bu çay üç dört tane derenin birleşmesi ile meydana gelir. Şimdi şu çoşkun halini gördüğümüz çay yazın bir dereyi andırır. Şu anda karşıdan karşıya geçmek isteseniz, geçemezsiniz. Sular alır götürür. Buna ismini çok eskiler vermişler. Bir kış ki sorma gitsin. Günlerce yağmur yağmış, hiç durmadan, bardaktan boşanırcasına. Dağ taş sel olmuş. Derelerin çıktığı kaynaklar beslenmişte beslenmiş. Dağın taşın suyu sultan suyuna toplanmış. O zamanlarda karşıdan karşıya geçmek için ne köprü var çayın üzerinde, ne de başka bir şey. İşte bu sıralarda olan bir düğün sırasında "Sultan" adında bir gelin atının üstündedir. Karşıdan karşıya gelin alıcı kafilesi geçecektir. Düğün bu, gönül işi beklenmez ki.. Ama kafile karşıya geçmek için uğraşırken azgın seller bir anda ne olduğu anlaşılamadan gelini aldığı gibi bulanık suları ile götürmeye, sürüklemeye başlar. Artık yapılacak bir şey yoktur. Sevinçli düğün günü üzüntü ve acıya dönüşmüştür. "Sultan" gelinin adına itaf almak üzere bu çaya "Sultansuyu" denmiştir.

Bize hikayeyi anlatan yaşlı amca adeta o günün heyecanını yaşıyor gibi olmuş, anlatırken heyecanlanmıştı. Sesinin titremesi bölge halkının duygusallığından başka ne olabilirdi?

Anamur adı; Karga Gedik dağının dibinde kurulmuş, tarihi M.Ö. 1200 yıllarına dayanan Anemurium şehrinden kalmıştır. Karga Gedik dağı paralel dağ sıralarını keserek denize doğru uzanır ve Türkiye’mizin güneyinin en uç noktası Anamur Burnu’nu meydana getirir.


RÜZGARLI BURUN

Anemurium iki kelimenin birleşmesi ile meydana gelmiş. Bu kelimelerden birincisi Anem, diğeri ise; Ourium’dur. Anem kelimesi; burun, Ourium kelimesi de rüzgar anlamına gelmektedir. Kelimeler birleştirildiği zaman ise ortaya çıkan kelime "Rüzgarlı Burun" olmaktadır. Bu durumda ise Anemurium adı güneyin uç noktası Anamur Burnuna izafeten verilmiş olmaktadır.

Karga Gedik dağı üzerine yapılmış kaleye doğru çıkınca bütün sertliği ile kız deniz rüzgarı yüzümüze çarparken, akdenizin tuzlu havasını da bizlere koklattı.


YÖRÜKLERİN GELİŞİ

Alparslan komutasındaki Türk orduları, Romenos Diogenes komutasındaki iki yüz bin kişilik Bizans ordusunu yerlere serdikten sonra, Anadolu kapıları tamamen Türk’lere açılmıştı. Malazgirt savaşı, Anadolu üzerinde Türk- lerin kesin hakimiyetinin sağlandığı, Türklerin oymak oymak yerleşmeye başladıkları zamanın başlangıcı olarak kabul edilirse, bundan yüz yirmi yıl sonrasıda Yörük Türkmenlerin Anamur’a yerleşme tarihi olarak kabul edilebilir.

Selçuklu Hükümdarlarından Alaaddin Keykubat, ileri görüşlülüğü ile kıyı şehirlerinin fet edilmesi gerektiğini anlamış ve bu işle emrindeki Mübarezeddin Ertokuş Beyi görevlendirmiştir. Er- tokuş Bey de 1228 yılında Anamur’u zaptetmiş tir. 1228 yılından beri Anamur bir Türk şehri olarak devam etmiş ve sırayla; Karamanoğullarına, Osmanlılara geçmiştir.

Anadoluyâ boy boy, oba oba yerleşen Türkmenlerin bir çoğu kendilerine bu yeşillikler diyarı, ormanlarla kaplı yürüklüğüne Toroslar uygun düşmüş. Toros Bağlarını yurt etmişler. Onların Kışın sıcak sahiller, yazın serin yaylalar konar göçerlik için biçilmez kaftan olmuş..


KÜLTÜRÜN İZLERİ

Şehir içinde dolaşmaya çıktığımızda ayaklarında siyah pantolonlar olan insanlar gördük. Bu pantolonlara iyice dikkat edince, kumaş olmadıklarını, gördük. Bunlar ayak bileklerinin üstleri düğmeli vücudu sımsıkı saran ve arka cepleri tabanca biçiminde olan siyah pantolonlardı. Bu pantolonlardan giyen gencin birini bir çay evine davet ettik. Çaylarımızı söyleyip içerken, bir yandan da sorularımızı sormaya başladık.

— Bu giydiğiniz pantolon nasıldır? Neyden yapıyorlar bunun kumaşını?

Genç bizim bu sorumuza güldü. Her halde bizim için "Ne cahil adamlar" diye geçirmişti içinden. Sonra anlattı.

— "Bu pantolona İngiliz denir. Yani şu üzerinde gördüğünüz şekli ile bu ad verilmiştir. Şu paçasındaki yırtmaçları ve bunun üzerine dikilmiş düğmeler, vücudu sıkışı ve arka ceplerinin tabanca gibi oluşundan dolayı İngiliz adı ile anılmaktadır. Bu pantolonları şimdi bütün terziler dikiyor. Bunun kumaşına "şayak" denir. Tamamen yündendir."

Bu genç arkadaşımıza, bu kumaşın nasıl yapıldığını sorduk ama, o bu konuda bir şey bilmiyordu. Dağ köylerine çıktığımızda bu konuyla ilgili soruları yörüklere yöneltecektik.

Bu pantolonlar yörük kültür izlerinin şehri bile etkilediğini, fakat şehirde öz kültürümüzün bir çeşni halini aldığını söylemeden geçemeyiz. İngiliz ismini bu pantolona vermek, İngiliz kültürünün izleri miydi acaba?..


YOLCULUK BAŞLADI

İçel İlinin bu eşsiz güzellikteki kasabası Anamur’dan biraz sonra ayrılıp, köylere doğru yola çıkacağız.

Anamur, İçel’in en uzak ilçesi. Tam 230 kilometrelik bir yol var, merkezler arasında. İçel’i, Antalya’ya bağlayan 24 nolu karayolu ilçeden geçmekte.

Anamur-Sinop Atatürk Yolu projesi ise halâ devam etmekte.

İlçe merkezi, denizden üç kilometre kadar içerde dağ eteğindeki küçük tepeler üzerinde, deniz seviyesinden, sıfırdan başlayıp ortalama on metre yükseklikte kurulmuş.

Denizin mavi dalgaları ve enginliği, ovanın yeşilliği ve Anemurium harabeleri gerilerde kaldı artık. Anamur- Sinop Atatürk Yolu üzerinde gidiyoruz. Yolculuk başladı. İlk molamızı, yoldan sola doğru sâparak Kadılar isimli mahallede verdik. Bu malaklar adlı bir köyün mahallesi. Köyle arasında üç kilometre kadar yol var. Otuz-otuz beş hanelik bir mahalle.

Evlerin bir çoğu modern mimari tarzı ile yapılmış. Bir çoğu da üzeri toprakla örtülmüş "dam" şeklinde.

Evlerin yapılışı ne olursa olsun, aşağı yukarı burada her evde bir tezgah kurulmuş. Istarlar ve çulfarlıklar. Gidip gezdiğimiz evlerde bu çulfarlıkları ve ıstarları tek tek gördük, inceledik, çalışma metodunu öğrendik.


ÇULF ALLIK

Evine misafir olduğumuz Hamdi Teke bize çay ikram etti. Çayımızı içerken ocakta, yanan odunların üzerinde kızının kavurduğu yerfıstıklarım tabaklarda ikram etti. Bir yandan kavurga (Kavurmaktan gelen bir kelime) yerken bir yandan da konuya girip, teybimizin düğmesine bastık. Kendisi pek bu işlerden anlamıyordu. Hanımı ise çulfallık ve ıstar tezgahlarının tamamen ustası olmuştu. Biz bu tezgahların ne işe yaradığını ve nasıl dokuma yaptığını sorduk. O bize anlatmaya başladı:

"— Şu gördüğünüz tezgaha Çulfallık denir. Bu çulfallık, battaniye ve şayak dediğimiz, yürüklerin çeket ve pantolon yaptırdıkları kumaşları dokumaya yarar."

Şehirde sorupta öğrenemediğimiz "şayak" kumaşını dokuyan bir kadın bulmuştuk. Adını sorduk. "Ayşe Teke" diye cevap verdi.

— Ayşe yenge bize başından başlayıp şayak nasıl yapılır, şöyle bir anlat. Hem öğrenmiş olalım, hem de bu yörük el sanatını başkalarına tanıtalım.

"Olur" dedi kadın ve anlatmaya başladı:

"— Bahar geldi mi yürükler yaylalara çıkarlar. Gerek Bahşiş köyleri, gerek bizim burası olsun, gerekse Guren, Boğuntu, Çaltıbükü köyleri olsun yaylaya göçerler. Bir yandan boynu çanlı develere yatak yorganlar, ala çuvallar, ala heybeler yüklenir ve yüklerin üzerine ala kilimler atılır geceden yollara düşülür. Bir yandan köpekler havlar, b‘r yandan eşekler anırır, atlar kişner, kuzular, oğlaklar meleşir. Kervanlar yola çıkmıştır artık. Dillerde sarı yayla türküleri, yaylalara varılır. Baharda hava soğuktur. Temmuz, ağustos ayları geldiğinde havalar ısınınca kuzular "Gırk- lık" denen bir büyük makasla kırkılır. Kırkılmadan önce koyunlann suda yıkanmasında fayda vardır. Çünkü yıkanırsa yünler temiz olur. Kırkılan yünler güzelce yayla atılır. Yay eğri bir ağaç ve ağacın uçlarına bağlanmış kirişten meydana gelir ve bir tarağı olur. Bu atmanın sonunda yünler bir birinden ayrılmış ve pamuk gibi yumşamış- tır Bu yünler bölüm bölüm alınarak kolçak haline getirilir, Kola takılan yüne kolçak denir. Kolçağın ucundan eğirtmece (kirmen) yün verilir ve bütün yün eğrilir, ince ip haline getirilir. Siyah yünler ayn eğirilir, beyaz yünler ayrı. Karışık renkli ala yünler bir ayrı. Sonra iş bana düşer. Eğrilmiş yünler yumaklardan çezilir. Yedi metre ara ile iki çivi dikilir. Bu çiviler araşma ipler çulfallığa göre yerleştirilir. Sonra öylece çulfallığa taşınır ve yerleştirilir. Sonra dokunur. (Resim -1: Büyük bir yetenek ve dikkat isteyen Şayak dokuma işini yapan Ayşe Teke titizlikle işini yapıyor.) Yedi metre ip üzerine dokuma işi tamamlandıktan sonra kumaş çıkarılır. Dokuma esnasında yedi metre alınan ipler kısalmış ve altı metreye düşmüştür. Dokunan kumaşın şimdi ise depilmesi gerekir. Depme işi ise şöyle yapılır: İki tane ekmek açmak için kullanılan senidin arasına top halinde dürülerek konur. Senidlerin arasında kalan kumaşa sıcak su dökülür. Bir kişi sıcak su dökerken iki kişi ayak tabanları ile vurarak kumaşı sıkıştırırlar. Bu vuruşlar kumaşın ipleri birbirleri ile bitişinceye kadar devam eder. Artık şayak dikilmeye hazır kumaş haline gelmiştir. Kumaş ölçüldüğü zaman beş metre kalmıştır. Sıcak su kumaşa etki etmiş ve onu çektirmiştir. Yapılan bu kumaş tam bir yünlüdür. Buna keçe deseniz de olur."

Ayşe Teke’nin anlattıkları bizim çok ilgimizi çekmişti. Bir kumaşın dokunması bir çok güç işi gerektirmekteydi. Bu kumaş eşsiz Türk zevk ve kültürünün bir örneğinden başka bir şey değildi. Yoksa hiç bir kimse bu kadar zahmetli bir işe katlanmazdı.


(Arkası gelecek sayıda)







Arama

Bizi Destekleyenler

.